15 Eylül 2013 Pazar

BİLGELİĞE ÖVGÜ, KUĞUNUN SONU

Buzullarla kaplı dağın eteklerinden süzülen, altın gibi parıldayan, dalgalı saçlar kararmıştı. Kıskanç bulutlar güneşin gözlerini bağlarken, bulut olmuş iki hilkat garibesi kenetlenmişti birbirine. Dudaklarından damlayan kanlar aşkın ilk meyvesinin sinyallerini yakıyordu. Son kez belki ilk kez, sevdiklerini bu şekilde dile getirmişlerdi. Donmakta olan ibrik bitkisini sıcak suyla besler gibi hissediyordu, Mecnun. Bulutlarsa, sanayi devriminden önce el dokuma, beyaz gömleklerdeki lekeleri daha yakından görüyor gibiydiler. Çünkü, kadın, Fazilet, son sidik damlasıyla beraber bütün iç organlarını karın üstüne kusmuştu. Görkemli ve sert ilahının ağaçları, buzulları, bu dünyayı nasıl incelttiğini, saydamlaştırdığını gözlerini kırpmadan seyrediyordu. Odak noktası haşefesinin morluğu olduğunda, Boshin savaşını anımsadı, büyük bir yılgıya düşerek. Boshin savaşında iz bırakmayan mor haşerenin gözleri… İncecik bir dünyanın, incecik ağacından incecik buzullara düşen o ince yaprakta büyük bir hüzün gizliydi. Fazilet Mecnun’un ellerinden tutarak yılan gibi dikeldi. Mecnun’un nasırlı elleri, aşkı bulmadan önce dağ yürümezse, abdal yürür derdi. Mecnun davasının peşinden gitmeden, Fazilet yalnız karırsam, yalnız kocarsan, diyerekten yeniden içinde ılık bir sarsıntı yaşamak istedi. İstedi.