Buzullarla kaplı dağın eteklerinden süzülen, altın gibi parıldayan, dalgalı
saçlar kararmıştı. Kıskanç bulutlar güneşin gözlerini bağlarken, bulut olmuş
iki hilkat garibesi kenetlenmişti birbirine. Dudaklarından damlayan kanlar
aşkın ilk meyvesinin sinyallerini yakıyordu. Son kez belki ilk kez,
sevdiklerini bu şekilde dile getirmişlerdi. Donmakta olan ibrik bitkisini sıcak
suyla besler gibi hissediyordu, Mecnun. Bulutlarsa, sanayi devriminden önce el
dokuma, beyaz gömleklerdeki lekeleri daha yakından görüyor gibiydiler. Çünkü, kadın,
Fazilet, son sidik damlasıyla beraber bütün iç organlarını karın üstüne kusmuştu.
Görkemli ve sert ilahının ağaçları, buzulları, bu dünyayı nasıl incelttiğini, saydamlaştırdığını
gözlerini kırpmadan seyrediyordu. Odak noktası haşefesinin morluğu olduğunda, Boshin
savaşını anımsadı, büyük bir yılgıya düşerek. Boshin savaşında iz bırakmayan
mor haşerenin gözleri… İncecik bir dünyanın, incecik ağacından incecik
buzullara düşen o ince yaprakta büyük bir hüzün gizliydi. Fazilet Mecnun’un
ellerinden tutarak yılan gibi dikeldi. Mecnun’un nasırlı elleri, aşkı bulmadan
önce dağ yürümezse, abdal yürür derdi. Mecnun davasının peşinden gitmeden, Fazilet
yalnız karırsam, yalnız kocarsan, diyerekten yeniden içinde ılık bir sarsıntı
yaşamak istedi. İstedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder